Bugün buraya, iklim değişikliği konusunun üstesinden gelmek ve bunu başarmak için gerekli politika araçlarına ulaşmak için gerekli kuvvetli isteğimiz üzerine konuşmak için geldim. 2015 sonlarına doğru Paris'te gerçekleştirilecek olan Konferansa yaklaşırken, liderlerimiz iki temel çelişki ile karşı karşıya bulunuyor: iklim değişikliği risklerini kontrol altına alabilmek veya bu tehditi sınırlayabilme yeteneklerinin ellerinden kayıp gittiğine şahit olmak.
Bugün, iklim değişikliği nedeniyle ortaya çıkan risklere ilişkin anlayışımız, ciddi şekilde testlerden geçirilmiş ve küresel olarak kabul edilmiş delillerle desteklenerek daha da gelişmiş bulunmaktadır. Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli - IPCC tarafından 27.Eylülde yayınlanmış olan rapor, iklim sisteminin ısınmasının açık-seçik anlaşılır olduğunu ve 1950lerden beri, milenyuma kadar onyıllar boyunca gözlenmekte olan değişikliklerin eşi görülmemiş düzeyde olduğunu ifade etmiş bulunmaktadır. Rapor ayrıca, 20nci yüzyılın ortalarından bu yana gözlenen ısınmanın ana nedeninin kesinlikle insan etkisi olduğu konusunda çok emin görünmektedir.
Bu yüzyılın ikinci yarısında küresel olarak sıfır sera emisyonuna ulaşmak için hükümetlerin bizi bir yola sokma gereği ortada iken, fosil yakıtlara bağımlılığımız yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu bağımlılığı kırmak için gerekli yatırım ve teknolojik çareleri harekete geçirmek için bazı ülkelerin uyguladığı politikalardan ders almak ve üstesinden gelmek için güçlü bir siyasi irade gerektirecek sıkıntıları aydınlığa çıkarmamız gerekmektedir.
İklim Değişikliğinin neden olduğundan daha karmaşık bir risk yönetimi konusu hayal etmek oldukça zordur. Fakat, yakın zamanda hükümetlerin başka bir önemli riski nasıl yönettiklerinden bahsederek başlayayım. Son 5 yıldan bu yana, biz -ve birçok diğer kurum- finansal sektördeki gelişmelerin reel ekonominin ve milyonlarca insanın üzerinde nasıl büyük zararlara yol açtığını anlamaya çalışmaktayız.
GAO - Kongre Araştırma Ofisi, finansal krizin yalnızca ABD Ekonomisine maliyetinin 22.trilyon dolardan fazla olduğunu hesaplamıştır. Şu anda OECD ülkelerinde işsizlik 49 milyon seviyesindedir (%8). 24 yaş altındakilerde işsizlik oranı, ortalama %16 civarında olup, bazı ülkelerde hala büyümektedir. Eşitsizlik de büyümektedir. Finansal sektörün yeniden yapılanması maliyeti de inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Bu tren enkazına neden olan sistemi denetleyenlere, bu ölçekte risklerle rahat yaşayıp yaşayamayacaklarını ve yapmak zorunda kalırlarsa memnuniyetle maliyetleri karşılayıp karşılayamayacaklarını başlangıçta soracak olsaydınız, yanıtlarının ‘hayır' olacağından şüheliyim. Riskler ya anlaşılmamıştır, ya da önemsenmemiştir.
Benzer şekilde, aynı yıllar boyunca hükümetler, iklim değişikliği riski
ile nasıl baş edecekleri sorunu de uğraşmışlardır. Burada zaman boyutu
çok daha uzundur, ancak, finansal krizin aksine, ‘'iklim felaketinden
kaçınma opsiyonumuz'' bulunmamaktadır. İlginç bir şekilde, ve iklim
inkarcılarına yöneltilen dikkat çekici baskılara rağmen, bizim bu
konudaki risk algılamamız, finansal kriz öncesi risklere ilişkin
algılamaya göre çok daha gelişmiş durumdadır. Finansal modellere dayalı
olmamakla birlikte, birkaç onyıldan beri yapılmakta olan olağanüstü
araştırmalar ve bu iklim değişikliği tehlikelerinin nasıl gelişebileceği
hakkındaki sonuçlara ilişkin modeller geliştirilmektedir.
Çok şiddetli olayların ne kadar yüksek maliyetlere neden olduğunu
biliyoruz; örneğin Sandy Kasırgasının yaklaşık 75.milyar dolar veya
ABD'nin 2011 GSMH'sının %0,5'i tutarında zarara neden olmuştu. Yakın
zamanlarda bizim ve araştırma ortaklarımızın yapmış olduğu analizlere
göre, 2050 yılına doğru her yıl 50.milyar doları aşması beklenen yıllık
sel kayıplarının maliyeti ile, sahil kentlerinde sel felaketinin önemli
ölçüde kötüleşeceği tahmin edilmektedir. Bu kayıplar, New York kentinin
şimdi düşünmekte olduğu türden yeni kitlesel savunma yatırımları
maliyetini dikkate aldığımız zaman bile, bu savunmanın kırıldığı zaman
ortaya çıkacak kayıpların büyüklüğünü bile aşacak seviyededir. Bu
olağanüstü olayların sayısındaki artışlar, çok yüksek maliyetli
değişiklikler ve uyarlamaları gerektirecektir.
2009 yılında Kopenhag'ta, hükümetler, insan faaliyetlerinin neden olduğu
ortalama küresel ısı artışının 2 derece aşağıda tutulması gerektiği
görüşüne onay vermişlerdi. Bu, öyle maliyetsiz bir eşik olmayıp, hala,
bazı pahalı düzenlemeleri ve uyarlama yatırımları gerektirmektedir.
Ancak, çözümlenmeyen iklim değişiklikleri problemine göre, yine de,
yönetilebilir ve üstesinden gelinebilir, ve insani ve ekonomik açılardan
çok daha az maliyetli bir problem olduğunu düşünüyoruz.
Bugün buraya, hangi politika karışımını kullanırsak kullanalım, bu
yüzyılın ikinci yarısında mutlaka, fosil yakıtların yanmasıyla atmosfere
karışan emisyonun tümüyle yok edilmesi sonucunu sağlayan bir
politikalar seti olması gerektiğini tartışmaya geldim. (Bundan böyle,
‘'sıfır emisyon'' kısaltmasını kullanacağım, ancak, bu deyim bir kısım
emisyonu zaptetmek için gerekli teknik çözümleri, örneğin, karbonun
yakalanması ve depolanması - CCS - gibi teknik çözümleri kapsamaktadır.)
Yarın, hemen, sıfıra ulaşmamız beklenmemelidir. Hatta, her ne kadar
epeyce yol almış olsak da, 2050'de bile. Fakat, yüzyılın ikinci
yarısında bir zamanda, bu seviyeye ulaşmamız gerekiyor. Neden?
‘'Sıfır emisyon'', kulağa uçuk gelebilir. Neden sadece, daha az emisyon
olmasın? Bunun cevabı, fizikseldir. Karbondioksit, uzun süre yaşayan bir
gazdır. Etrafta asılı kalır. Bu yıl yayılan bir ton karbondioksitin
%60'tan fazlası bugünden 20 yıl sonra, ve %45'i 100 yıl sonra hala
atmosferde asılı olacaktır. Bir kısmı, binlerce yıl sonra bile hala
etrafımızda olacaktır. Hatta küçük karbon emisyonu bile, atmosferik
yoğunlaşmaya katkı vermeye devam edecektir. Özetle, bir yığılma problemi
ile karşı karşıyayız.
7 milyarlık ve giderek artan insan nüfusunun atmosfere herhangi bir etki
yapmadan yaşayabileceğini mi kastediyorum? Elbette hayır. Bu bir kapsam
meselesidir. Arazileri gıda ve lif üretimi için kullanmaya
başladığımızdan bu yana binlerce yıl boyunca, doğal karbon döngüsüne
müdahale etmiş bulunmaktayız.
Eğer 2-3 milyar insanı daha besleyecek ve ısı artışını sınırlayacaksak,
tüm atmosferik uzayı fosil karbonu ile silip süpüremeyiz. Ama,
yaptığımız aynen budur. Karbondioksit, insan faaliyetiyle üretilen en
önemli sera gazıdır. Halen, yılda 30milyar tondan fazla karbondioksit
yaymaktayız. Bunun %41'i elektrik ve ısı üretimi ve %22'si ulaştırmadan
ve kısmen insan ırkının gelişimi için tarım ve arazi kullanımımızla,
kısmen de endüstriden kaynaklanmaktadır.
Enerji üretimine ilişkin emisyon, çoğunluğu oluşturmakla beraber, mevcut
teknolojilerden kaynaklandığı için, tamamen ortadan kaldırılabilir.
Enerji üretimi açısından bakarsak, mevcut temiz enerji teknolojilerinin
çoğu, akıllı talep yönetimi ile tamamlanıp uygulamaya konulabilir.
Ulaştırma açısından bakarsak, sorun daha büyüktür, ama yine de,
elektrikli araçlar veya yakıt hücreleri, içten yanmalı motorların
papbucunu dama atabilir.
Karbon döngüsüne karışmadan, dünyaya enerji sağlayabiliriz. Gezegenimize ulaşan güneş akısı, - ve rüzgara, dalgaya ve yağmura yüklediği ikincil akışlarla birlikte - muazzam büyüklüktedir. Ve ilaveten biyolojik kütlede, gerekli güvenlik tedbirleri alınmak şartıyla nükleer enerji üretiminde, usulünce uygulandığında atık yönetiminde büyük potansiyel vardır.
Yaklaşık yirmi yıllık pazarlıklar ve politika deneyimlerinden sonra, bir
şey çok belirgin şekilde açıktır: dünyamız, yüzyılımızın ikinci
yarısında fosil yakıtlardan ortaya çıkan karbon emisyonunun sıfırlanması
amacına uygun bir yörüngeye yakın değildir. Bu, OECD üyesi ülkeler için
geçerli olduğu kadar, OECD üyesi olmayanlar için de geçerlidir.Onların
farklı kalkınma aşamaları dikkate alındığı zaman, farklı yörüngelerde
oldukları umulailir, fakat, tüm bu ulusal yörüngeler, yüzyılımızın
ikinci yarısında yakınlaşıp sıfırlanmak zorunda kalacaktır.
Birçok ülke, 2020 için, hatta daha hevesli olan bazıları yüzyılın
ortaları için emisyon hedeflerini açıklamış bulunuyorlar. Daha fazlası
gerekli; UNEP (Birleşmiş Milletler Çevre Programı), 2020 için verilen
sözlerin bizi, 2 dereceli amacın ulaşılabilir sınırlar içinde tutulması
için gerekli olan mesafenin sadece %25'i ve yarısı seviyesine
ulaştırabilecektir. Ve sözler, onları başarabilecek inanılır
politikalarla desteklenmelidir. Yani, 2020'den sonraki bir zamanda
değil, derhal başlayarak önümüzdeki iki veya üç onyılda son derece ciddi
bir gelişmeye ihtiyacımız bulunmaktadır.
Elbette, fosil yakıtlardan uzaklaşmak için daha acil ve bastıran bir
neden mevcuttur; insan sağlığına olan olumsuz etkileri ve bunun
ekonomiye olan maliyeti. Örneğin Çin'de, her yıl, açık hava kirliliğine
maruz kalarak 1,2 milyon insan vadesi gelmeden, erken ölmektedir. Londra
gibi bazı kentler fosil yakıtların yanmasından ortaya çıkması muhtemel
olumsuz etkilere karşı muazzam yatırımlar yapmakta iken, gelişmekte olan
ülkelerin mega-kentlerinde çok daha fazlasının yapılması gerekmektedir.
Biraz sonra, bu konuda ilerleme sağlamak için oluşturulmasını
düşündüğümüz en inanılır platform ile ilgili politikalarımıza döneceğim.
Ama, buna geçmeden önce, neden yirmi yıllık pazarlıklardan sonra, bunun
zor bir uygulama olduğu ve her zaman karşılaştığımız gibi köşeye
sıkışmış olduğumuz bir konuda neden hep zor sorular sormak zorunda
kaldığımız konusunda bir şeyler söylemek isterim.
Fosil yakıtlarda gelgit'e karşı yüzmek
Fosil yakıtlara güvenimiz ve bağımlılığımızı sonlandırmak hiç de kolay
olmayacaktır. Elektrik üretimimizin üçte ikisi, fosil yakıtlara
dayanmaktadır. Dünya ulaştırma sistemlerinin tükettiği enerjinin %95'i,
fosil yakıtlara dayanmaktadır.
Buraya fosil yakıtları kötülemek için gelmediğimi ifade etmeliyim. Maddi
ve sosyal ilerlememizin büyük bir kısmını onların sırtından
gerçekleştirdik. Bu yakıtlar, son derece yararlıdırlar. Dünyamızı,
fiziki olarak onların sayesinde kurduk, ve onlardan vazgeçmemiz çok
kuvvetli gelgitlere karşı yüzmek anlamına gelecektir.
Gelgitlerden birincsi kaynak zenginliğine kayma eğilimidir. Birkaç yıl
önce, petrol ve gaz kıtlığının fiyatların yükselmesine neden olacağı ve
fosil yakıtlardan uzaklaşmanın kaçınılmaz olacağı düşüncesinde bir
eğilim sözkonusu idi. Yüksek petrol fiyatları, bir kısım insanları,
dekarbonize çabalarının kaynak kıtlığı görüşüyle yarışmakta olduğu ve bu
politikanın gelgitlerle boğulmakta olduğu düşüncesine gark etmiştir. Bu
görüşün hayali olduğu kanıtlanmıştır. Gelgit değişmiştir. Tehditkar
kıtlık dünyasından potansiyel bir bolluğa geçmiş bulunuyoruz. ABD ham
petrol üretimi ciddi şekilde artmaya devam etmektedir ve 2020 yılına
kadar ülkenin bir net doğal gaz ihracatçısı olması beklenmektedir.
Petrol ve gaz üretimi, Brezilya, Kanada ve Kazakistanda şahlanmış olup,
Irak ve Suudi Arabistan'daki muazzam geleneksel rezervlerin muslukları
çalışmaya devam etmektedir, ve yine muazzam kaya gazı kaynakları
konusunda Rusya, ABD, Çin, Arjantin ve Cezayir sayılabilecekler arasında
sadece birkaç ülkedir.
Elbette,
çıkarma maliyetinin artışı önemli bir engel olarak durmaktadır, fakat,
kasılmış petrol işletmeciliğinde yakın zamanda ortaya çıkan gelişmeler,
devam edegelen kullanımdaki teknolojik fırsatların bizleri sürprizlere
boğmaya devam edeceğini öngörmektedir.Sadece tescilli şirketler, yeni
petrol ve gaz kaynakları arama ve geliştirme çalışmaları için 2012
yılında 674.Milyar Dolar harcamışlardır. Gerçek şu ki; En isteksiz iklim
düzenleme kurumunun bile kendisini rahat hissedeceği düzeyin çok
üstünde ısı yükselmelerine neden olacak miktardan çok fazla rezervler
mevcuttur.
İkinci güçlü gelgit, düşük karbon teknolojilerinin onyıllardır devasa
yatırımlara dayanan muazzam avantajlara sahip teknolojiler dizisi ile
karşı karşıyadır. Bu yatırımlar çok karlı olup, çok kolay sermaye
çekmektedirler. Elektrik üretimi için 2012'de tesis edilmiş kapasitenin
en azından yarısı hala fosil yakıtlara dayalı idi. Dünya Kaynaklar
Enstitüsü (World Resources Institute - WRI) tarafından yapılan bir
tahmine göre, yaklaşık 1400 GW civarında kapasitesi olan yaklaşık 1200
adet yeni kömüre dayalı enerji santrali, planlama safhasındadır.
Bunların hepsi üretime geçmeyecektir. Fakat üretime geçecek olanlar, çok
uzun bir süre işletilecektir. Ve bu tesislerin sahipleri, iklim
değişikliği sorunu ile uğraşmak için tasarlanmış olan politikalar
yoluyla bozulacak değerlerini nezaketle karşılamayacklardır. Karbon
İzleme İnisiyatifi (The Carbon Tracker Initiative), günümüzdeki sermaye
harcamaları derecesinde, gelecek onyılın fosil yakıtların
geliştirilmesine 6.tirilyon.Dolardan fazla tahsisat ayrılacağını tahmin
etmektedir.
Eğer politika yapıcıları karbon emisyonunu kapatırlarsa, ‘'yanmayan
varlıklar'' riski, bazı şirketlerin değerlemesi üzerinde önemli etkileri
olacaktır. Yatırımcıların, birçok açıdan senin benim gibi insanlar
olduğunu hatırlamak gerekir. Varlık Sahiplerini Açıklama Projesi (The
Asset Owners Disclosure Project), büyük ölçüde iklim değişikliği
fiziksel etkileri ve iklim değişikliğine ilişkin düzenlemelere maruz
yüksek karbon varlıkları veya sektörlerine yatırılmakta olan emeklilik
fonları portföylerinin yüzde 55'ten fazla olduğunu tahmin etmektedir.
Karşı karşıya olduğumuz seçim, belki de bu varlıkların kaybedilmesi veya
gezegenin kaybedilmesi arasında olacaktır.
Gerçek şu ki; hükümetler önemli ölçüde sermaye yatırımlarını hurdaya
çıkarma riskine hazır olmadıkça ya da ciddi bir CCS gerekliliği mevcut
olmadıkça -geleneksel olsun olmasın- piyasaya sürülen yeni fosil
kaynakları, olmamız gereken yörüngeden bizi uzaklaştırma riski ile karşı
karşıya bırakmaktadır.
Üçüncü çok kuvvetli bir gelgit, bizim ‘'karbon aşkı'' dediğimiz şeydir.
Bu ne demek? Aslında bu, vatandaşları hesabına heryerde hükümetlerin
fosil yakıtları piyasaya sürmekte ve kendi rant paylarını almakta önemli
çıkarları olduğudur. OECD hükümetleri, petrol ve doğal gaz çıkarma
rantlarıyla ilgili lisans bedelleri, vergileri ve diğer gelir
akışlarından her yıl yaklaşık 200.Milyar.Dolar gelir elde etmektedirler.
Toplam hükümet gelirleri içindeki bu gelir akışlarının payı, - %1-4
arasında olmak üzere - normalde düşüktür, ama, Norveç ve Meksika gibi
ülkelerde 3'te 1'e kadar çıkmaktadır.
Karbon aşkı kolayca vazgeçilebilecek bir eğilim değildir ve son yirmi
yıllık iklim politikalarındaki çok mütevazi gelişme bunu ortaya
koymaktadır. Bunlar yüzleşmek zorunda olacağımız en güçlü gelgitlerden
bazılarıdır. Şimdi, size, asıl politika engellerinin nerede olduğunu
anlatacağım.
Politika sorunu
2015 yılında Paris'te toplanacak olan UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change) Konferansında
özel önem taşıyan görüşme tarihi yaklaşırken, önümüzdeki cevaplanması
gereken soru, bugüne kadar yapılmış olan mütevazi gelişmeleri
güçlendirip güçlendiremeyeceğimiz ve bu gelişmeleri, dönüştürülmüş bir
enerji sistemine ve sıfır emisyona çevirerek bir ivme kazandırıp
kazandıramayacağımız; veya dokunulmaz ‘'karbon aşkı''nı terk ederken
ülkelerin bazı girişimlerde bulunabileceği yüzümüzü kurtaran bir anlaşma
ile durumu onarabilip onaramayacağımızdır.
Başarabilirsek, her ülke, uygulayacağı politikaların bu yüzyılın ikinci
yarısında fosil yakıt emisyonlarının yok edilmesine yol açacak bir
yörüngeye nasıl oturabileceğini açıklayabilmelidir. Hükümetler hesap
verebilir olmalıdır. Durban'da hükümetler, ölçülebilir ve kontrol
edilebilir ulusal taahhütlere dayalı bir küresel anlaşma oluşturmak
konusunda karar vermişlerdir. Bu taahhütler ülkelerin ulusal koşullarını
yansıtacak ve hiçbir iki ülke aynı yolda ve aynı hızda hareket etmek
durumunda olmayacaktır. Fakat tümü hareket etmek durumundadır.
Sıfır emisyonun nihai hedefi ulaşılabilirdir, fakat, mevcut
politikalarla devam edersek ulaşılamayacaktır. Bu, her ülkenin şu soruyu
nasıl yanıtlayacağına dayalı olacaktır; Hükümetimiz, gerçekleştirmemiz
gereken dönüşümün boyutu dikkate alındığında, zamanlar boyunca itibar
edilebilecek bir politika karışımı tasarlamkat mıdır? Bu soruyu
yanıtlarken, hükümetlerimizin aynaya daha yakından bakmalrını ve temel
dört politika engelleri ile baş edebilmede gelişmelerini sürekli
değerlendirmelerini tavsiye ediyoruz:
- Güçlü, uygun bir karbon fiyatlama uyarılarının yokluğu. Karbon fıyatlarının uygulamasında, çok düşük fiyatlarla kaynaşmış istisna ve oluşumlar, etkinin, olsa olsa marjinal olduğu anlamına gelmektedir. Bazı durumlarda, verimsizliğe neden olan birbiriyle örtüşen politikalara rastlanmaktadır.
- Fosil yakıtları destekleme reformunda aksiyon yokluğu. En azından, karbon emisyonunu cesaretlendiren fosil yakıtları desteklemelerin kaldırılmasında elde etmiş olduğumuz yirmi yıllık iklim tartışmalarımızı düşünebilirsiniz. Bunlar, sadece, (çoğu zaman yüksek gelirli ev halkının yararlanması ile sonuçlanan) tüketici desteklemeleri değil, fakat aynı zamanda yeni fosil yakıtları araştırılması ve çıkarılması için petrol ve gaz şirketlerine yönelik resmi desteklerdir.
- Yenilenebilir enerjiye gelince, yatırımcının güvenini ciddi şekilde sarsan, karışık mesajlar ve dur-kalk politikalar.
- Ve nihayet, elektrik sektöründe fosil yakıt zorunluluğunu kayıran ve tüketicinin temiz enerji seçmesini kolaylaştıracak talep-yanlı seçenekleri göz ardı eden resmi düzenlemeler ve pazar katılıkları ile savaşmada başarısızlık.
Tüm bunlar, iklim hedefleri konusunda söylediğimiz şeylerle ne kastettiğimiz konusunda güven yokluğuna ilave olmaktadırlar. Şu anda, çoğu sektörler hükümetlerin ciddi olduğuna inanmamaktadırlar, ve buna uygun olarak yatırım yapmakta, yani karbon bağımlılığını sürdürmeye neden olmaktadırlar.
Devamla,
politika iyileşmeleri iyi niyet gösterileri ile olmaz - onun yerine,
planlanmış olan yolun güvenilir, sürdürülebilir ve uygulanabilir olduğu
konusunda toplumun tüm sektörlerini ikna etmek yoluyla
gerçekleştirilebilir.
Güçlü gelgitlere karşı yüzebilmek ve asıl politika engellerini etkin
biçimde ortaya koymak için, ülkelerimizin, amaçlar ve ölçülebilir
uygulama önerilerini şeffaf olarak ortaya koyan bir Eylem Planına sahip
olmalıdırlar:
1. Karbon fiyatlaması
Bizim
görüşümüze göre, herhangi bir ülke tarafından iklim değişikliği
konusuna yönelik herhangi bir politika tepkisi, karbon emisyonunu adım
adım daha pahalı hale getirirken, aynı zamanda, fosil esaslı olmayan
enerji ve enerji etkinliğine marjinal avantaj verecek bir temel plan
oluştururmalıdır. Bu temeldir.
İlaveten, Ülkeler, Ar-Ge çalışmalarını desteklemek, halkı
bilinçlendirme ve enerji etkinliği standardlarını teşvik kampanyaları
yapmak gibi başka şeyler de yapmalıdırlar, ama daima maliyet
etkinliklerini de göz altında tutmalıdırlar. Fakat, emisyona net ve açık
bir fiyatlama yapılmadan, tüketici, üretici ve yatırımcı davranışını
değiştirme söz konusu olduğunda biz sadece ‘bir iplik parçasını'
ittirmek dışında bir şey yapmıyor olacağız.
Karbon fiyatlaması konusunda ne biliyoruz? Karbona net bir fiyat
konulmasının ya bir karbon vergisi ya da emisyonu azaltma teşvik sistemi
yoluyla iklim değişikliği sorunu ile baş etmek için gerekli olduğu
konusunda güçlü bir görüş birliği vardır. OECD, bugün, bizim en son
çalışmalarımızı özetleyen ve karbon fiyatlamasının nasıl
halledilebileceği konusunda erişilebilir bir rehber sunan ‘Climate and
Carbon: Aligning Prices and Policies' isimlibir rapor yayınlamaktadır.
Bulgu, politikacıların vergiden başka bir şeyin lehinde olduklarını
göstermektedir. Vergi olarak isimlendirildiği zaman, politik risk bir
başka politika enstrumanına göre iki kat daha fazla görünmektedir.
Kısmen bundan dolayı, emisyonu azaltma teşvik sistemi (Emission Trading
System) daha yaygın kullanılmaktadır. AB'nin Enerji Azaltma Teşvik
Sistemi, en eski ve bilinen sistem olmakla birlikte, şimdi benzer (bazı
durumlarda daha kapsamlı) programlar, ABD'de Kaliforniya, 9 kuzey-doğu
ABD eyaleti, Quebec, Avustralya, ve Yeni Zelanda'da da uygulanmaktadır.
Ayrıca, 7 Çin kentinde ve Çin'deki emisyonun %20'sini oluşturan
eyaletlerde pilot uygulama denemeleri de görülmektedir. Bunlar parça
parça, ama önemli çabalardır. Emisyonu azaltma teşvik sistemlerinin
esnekliği, bu sistemleri, karbon vergisine göre politik olarak daha
cazip kılmıştır. Sonuçta, bu programları olabildiğince etkin kılmak için
tasarımlarının ve uygulamalarının geliştirilmesi için daha çok çabaya
ihtiyaç vardır.
Tüm
hükümetlerin, açıkça karbon vergisinden kaçınmadıklarını belirtmek
önemlidir. İsveç, ilk karbon vergisini 1991 yılında uygulamaya sokmuş,
ve ilavetene 9 OECD ülkesi bu uygulamayı takip etmişlerdir. Karbon
vergilerinin nasıl uygulandığı konusunda bu deneyimlerden çok şey
öğrendik. Örneğin, vergilerin zaman içinde giderek artan bir şekilde
konması, hane halkına ve işletmelere yumuşak ve etkin bir uyarlanma
imkânını verir. British Columbia karbon vergisinin uygulanması, 5 yıllık
süre içinde ton başına 5 CA$'dan 30 CA$'a giderek artan bir oranda ve
sektörler arası yaygın bir kapsama ile, bir ders kitabı örnek olayına
benzer güzel bir uygulama olmuştur.
Mamafih, karbon fiyatlaması bu noktada durmuyor. Karbonun dolaylı olarak
fiyatlandırıldığı birçok yöntem vardır. Örneğin, verginin asıl amacı
karbon azaltılması olmasa bile karbona belirli ölçülerde fiyat konulması
anlamına gelen, değişik enerji biçimleri üzerinde uygulanan birçok
vergiler bulunmaktadır.
Fakat, karbona fiyat konulması, burada bitmiyor. Karbona dolaylı olarak
fiyat biçilen birçok yol vardır. Örneğin, karbon salınımı azaltmak
orijinal hedef olmasa da, değişik enerji formları üzerine konan ve bir
ölçüde karbon fiyatlamasını yansıtabilen birçok vergi vardır. Bunlar,
ülkeden ülkeye önemli farklılıklar göstermektedir. Çevre vergilerine
ilişkin veri bankamıza göre, Danimarka, Brezilya ve Türkiye gibi
ülkelerde enerji ve motorlu araç vergileri GSMH'nın %3,5'una kadar
ulaşmakta iken, ABD'de bu vergiler %1'in altındadır. Meksika'da ise,
enerji destekleri, vergilerden daha ağır basmakmaktadır.
- Bu yıl daha önceki günlerde yayımlanmış olan Enerji Kullanımının Veegilendirilmesi adındaki bir yayında, OECD, her bir verginin yakıtın karbon içeriği ile karşılaştırıldığı zaman, enerji vergilerinin nasıl göründüğü hakkında ilk kapsamlı analizi sunmuştur.
- Bu çalışmadan bazı bulgular enerji vergilendirme politikalarındaki tutarsızlığı ortaya koymaktadır. Örneğin;
- Tüm yakıtların en çok kirleteni olan kömür, acayip bir biçimde, elektrik üretimi için kullanılan diğer tüm yakıtlardan daha az vergilendirilmektedir.
- Benzinden %18 daha fazla CO₂ yayan bir yakıt olarak Dizel, ortalama olarak benzine göre üçte bir daha az vergilendirilmektedir. Ve dizel, yerel hava kirliliğindeki etkisi oldukça önelidir. Fransada örneğin, her yıl dizelle ilişkili hava kirliliğinden ölenlerin sayısı trafik kazalarında ölenlerden daha fazladır. Bu durum, gerçekten, kötü hedeflemeye çok ciddi bir örnek oluşturmaktadır.
Bununla beraber, umut veren biçimde, rapor göstermektedir ki, enerji vergileri tüketim davranışını açıkça etkilemektedir. Gerçekten, CO₂ üzerine daha yüksek ortalama fiili vergi oranlarına sahip ülkelerde, birim GSMH başına daha düşük karbon emisyonları olduğu görülmektedir.
Benzer
tipteki analizler, diğer politika enstrumanlarına uygulanabilir. Ve
yakında bunu gerçekleştirecek bir rapor hazırlamak üzereyiz. Siyasi
muhalefet için kolay hedef oluşturan nedenlerden birisi olan bir karbon
vergisinin ‘'fiyatı'' herkes tarafından açıkça bilinirken, teknolojik
standardları gerçekleştiren evler ve şirketlere maliyetini yansıtacak
şekilde, teknolojik standardlar gibi dolaylı ‘karbon fiyatlaması'na yol
açan başka politika enstrumanları da bulunmaktadır.
Öncelikle, OECD ülkeleri ve aynı zamanda Brezilya, Çin ve Güney Afrikayı
da kapsayan çalışmadaki 15 ülkeye baktığımızda, bir dizi üstü kapalı
karbon fiyatlamasını empoze eden politika enstrumanlarının mevcut
olduğunu ve bazı sektörlerde bu fiyatların çok yüksek olduğunu
görüyoruz. Bunun, bazı durumlarda, hırsı yansıtmakta, bazı durumlarda
ise, aşırı derecede pahalı politikaların sonucu olduğu anlaşılmaktadır.
Bir sektör içersinde ve sektörlerce genel olarak kullanılan farklı
politika enstrumanlarının maliyet etkinliğindeki büyük farklılıklar
olması aşikardır. Çalışma, emisyonu azaltma teşvik sistemi gibi, ekonomi
genelinde fiyatlama enstrumanlarının, elektrik sektöründe emisyonun
azaltılmasında, giydirilmiş tarifelerden ve sermaye desteklerinden daha
fazla maliyet-etkin olduğunu göstermektedir; Bir ton CO2 azaltılması
için sermaye desteklerinin 176 Euro, giydirilmiş tarifelerin 169 Euro,
ve emisyon azaltma teşviklerinin ise 10 euro'ya mal olduğu
bilinmektedir. Yine de, sermaye destekleri ve giydirilmiş tarifeler daha
genel kullanım bulmaktadır. Ulaştırma sektöründe yakıt vergileri,
emisyon azaltılmasında en maliyet-etkin entruman olup, yaygın şekilde de
kullanılmaktadır. Bununla beraber, biyolojik yakıtları desteklemek için
birçok ülkede, vergi tercihleri ve yakıt yönergeleri vardır. Yine de,
bunlar, yaşam döngüsü etkileri düşünüldüğü zaman, olumsuz değilseler
bile genellikle sorgulanması gereken ve maliyetli çevresel değerlerdir.
Bu yeni çalışma açıkça, eğer ülkeler pazara dayalı ve daha akıllı
politika enstrumanları kullanmış olsalardı, aynı maliyetle çok daha
fazla emisyon azaltılması sağlamış olabileceklerini ortaya koymaktadır.
Tüm
bunlar ne demek oluyor? Birçok farklı yargı çevresinde, karbon
etrafında muazzam tutarlarda vergilendirme ve düzenleme faaliyetlerinin
var olduğu aşikardır. Fakat, ulaşılmış olan sonuç, en uygun olması
gerekenden oldukça uzaktır; ülkesine bağlı olarak, karbon, birçok
çeşitli şekillerde fiyatlandırılmaktadır. Bazen fiyat çok yüksek, ama
çoüunlukla, ihmal edilecek kadar düşüktür; net bir işaret veremeyecek
kadar karmaşık bbir durum !
2. Fosil yakıtlarına teşviklerin yeniden düzenlenmesi
Bütün bunlara, ‘'negatif karbon fiyatlaması'' olarak adlandırılabilecek
olan, ya da daha genel deyimle ‘'teşvikler''in neden olduğu bir dizi
çarpıklıkları eklemek gerek. Bir kere daha, bu uygulamalara ışık
tutmakta önderlik edenlerin, yine OECD ve IEA (Uluslar arası Enerji
Ajansı) olduğunu belirtmekte yarar var. IEA'nın en son tahminlerine
göre, gelişmekte ve yükselen ekonomilerde fosil yakıt tüketicilerine
verilen destekler, 2011'de 523.milyar Dolara ulaşmıştır. Birçok ülkede,
bu destekler, fukaralığı hafifletme desteği olarak kullanılmaktadır.
Enerjinin, temel insan ihtiyaçlarından biri olması nedeniyle, bu
davranış anlaşılabilir. Fakat, bu tür destekler, genellikle çok
beceriksiz biçimde hedef seçmekte ve bunun yerine, çoğunlukla, çok büyük
arabalara ve çok enerji tüketen evlere gücü yeten daha zengin hane
halkına kaptırılmaktadır. Bu desteklemeler, ekonomi için kötü, çevre
için kötü, ve sosyal adalet için de kötüdür. Bu durumda, emisyon yoğun
tüketime dayalı bir tuzağa yakalanmadan enerji fukaralığından insanları
koruyacak yeni sistemlere ihtiyacımız vardır.
Yakın geçmişte, OECD, bu analizi, kendi üye ülkelerimizde fosil yakıtların hem tüketimi ve hem de üretimine yönelik desteklerin bir envanterini yapmak için genişletmiştir. Bu, tarım desteklerini izlemek için 25 yıldır geliştirilmiş olan metodolojinin üzerine kurulmuş önemli bir başarıdır. Geçmişte yıllık 55-90.milyar.Dolar aralığında olduğu düşünülürse, yine de, ortaya çıkardığımız bu destek, önemsiz bir olgu değildir. OECD ülkelerinde, özellikle vergilendirme düzenlemeleri ayrıntılarında kaybolan üretim desteklemeleriyle ilişkili bu desteklemelerin çoğu oldukça anlamsızdır. Meblağ, kesinlikle çok kapsamlıdır ve bizim çalışmamız devam etmektedir. Örneğin, şirket arabalarına yapılan vergi indirimleri, artan emisyon, daha fazla kaza ve kargaşaya neden olarak ulaştırmanın sosyal maliyetini önemli derecede artırabilir. Halen sürdürmekte olduğumuz çalışmamızın başlangıç bulguları, 25 OECD ülkesinde yılda 30.milyar Dolar'dan daha fazla vergi indirimleri olduğunu oartaya koymaktadır.
3. Tutarsız ve Kararsız Politikalar
Fosil yakıt desteklemelerinin neden olduğu kaynakların kitlesel olarak
yanlış tahsisinin net etkisi, oyun alanını fosil yakıtlara devamlı
bağımlılık lehine doğru kaydırmaktadır. Bu politikalar, aynı ülkelerin
bir kısmında karbon fiyatlama girişimlerini ve düşük karbonlu enerji
ekonomilerini aktif biçimde ihmal etmektedir. Fosil yakıtların zaten,
seçilen enerji kaynağı olarak muazzam avantajları bulunmaktadır. Daha
fazla yardıma, desteğe ihtiyacı yoktur. Dahası, yatırımlar oyun alanı,
doğal olarak sermayeyi, kendi anladığı olgunlaşmış, zorunlu
teknolojilere kanalize etmeye ayarlanmıştır.
Hükümetler, şöyle bir geriye çekilip, tüketicilere, üreticilere ve yatırımcılara göndermekte oldukları tüm sinyallere, uyarılara bir kere daha bakmak zorundadırlar. Eğer gerçekten ‘'iklim değişikliği'' problemi konusunda ciddi iseler, hiçbir taşı alt üst edilmemiş olarak bırakamazlar - Maliyet-etkin bir biçimde karbon fiyatlama için tüm yollar, araştırılıp bulunmalı ve tüm çelişkili politika sinyalleri ortadan kaldırılmalıdır. Bunda kritik bir unsur, değişimin finansmanıdır. Bu dünyada, sermaye kıtlığı söz konusu değildir. Sorun, fosil esaslı olmayan enerji yatırımlarının risk-gelir profilleri açısından halen rekabetçi olup olmadıklarıdır. Bunun anlamı, karbonun fiyatlandırılmasına ilaveten, doğru mevzuat düzenlemelerinin yerli yerinde olup olmadığı ve yatırımcıları fosil yakıt yatırımlarından daha iklim-dostu alternatiflere yatırım yapmaya yönlendirecek uygun ve yeterli teşviklerin olup olmadığıdır.
Onları daha tutarlı bir duruma geçmeye yardımcı olmak ve ülkelerin kendi
performanslarını karşılaştırmalarına yardım etmek için, biz tüm (OECD Economic Surveys) OECD
Ekonomik Araştırmaları'mızda karbon fiyatlamasını bir anahtar unsur
haline getireceğiz. 2015 ortalarına kadar, hem OECD ülkelerinde ve hem
de belli başlı yükselen ekonomilerde gerçekleşmiş olan ve gerçekleşmeye
devam edecek olan gelişmeler hakkında iyi bir fikrimiz olacak. Bununla
ilgili zaman çerçevesi ve tutkularının aynı olmayacağını, ülkelerin
farklı noktalardan başlayacaklarını bildiğimizi vurgulamak isterim.
Fakat tüm ülkeler, yüzyılın ikinci yarısında fosil yakıtların
yanmasından ortaya çıkacak olan emisyonları ortadan kaldırmak için kendi
izleyecekleri yol ile politika düzenlemelerinin ne kadar uyumlu
olduğunu açıklamaya muktedir olmalıdırlar.
Sıfır Net Emisyona Geçişin Yönetilmesi
Emisyon fiyatlamasının sadece yukarı yönlü ilerleyeceğine ilişkin uzun
ömürlü ve belirgin işaretler, bizi sıfır emisyona doğru bir yörüngeye
yerleştirecek en iyi yol olabilir. Çoğu enerji üreten tesislerin uzun
ömürleri ve yatırımcıların kaçınılmaz olarak hükümetlerin aynı rotada
devam edip etmeyecekleri konusundaki sorgulamaları dikkate alındığı
zaman, geçiş teknolojilerindeki değişimi hızlandıracak tamamlayıcı
önlemlerin düşünülmesi değer kazanacaktır.
Kazanılmış haklar ve kurumsal tembelliklerin karbon fiyatlamasının
uygulamaya geçmesini geciktirebileceği ve etkilerini engeleyebileceği
nedeniyle de tamamlayıcı tedbirler gereklidir. Samimi olalım;
Hükümetler, en yüksek maliyet düzenlemesiyle yüz yüze olacaklar
tarafından baskı altına alınır. Ve bu guruplar için, maliyet gerçektir.
Fiyatların mutlak şeffaflığı, onları, muhalifler için kolay bir hedef
haline getirmektedir. Böylece, daha az şeffaf mevzuat düzenlemeleri ve
teşviklerden oluşan tüm yapı, bazen ilerlemeye tercih edilmektedir.
Bunlar, nadiren maliyet-etkin olurlar. Fakat, eğer bu politikalar
üreticilere ve tüketicilere geçerli teknik alternatiflerin varlığı ve
bunların maliyetlerinin aşağı çekilebilir olacağına ilişkin güven
verirse, o zaman, daha kuvvetli-etkili karbon fiyatlamasına geçiş
yapmanın haklı görülebilir önlemleri olabilir.
Vurgulanması gereken önemli konu, neye girişilirse girişilsin,
fiyatlandırma ve fiyatlandırmama önlemlerinden oluşan düzenlemeler
bütünü, karşılıklı olarak birbirini desteklemelidir. Bu, bazı zor
soruları ortaya çıkarmaktadır.
İlk soru; Hükümetler, yeni kömüre dayalı enerji santralleri üzerine bir moratoryum ilan ederek, onları geciktirmeli midir?
Kömür, petrol ve gaza göre, birim enerji başına çok daha fazla CO2
salmaktadır. Karbon yakalama ve depolama -KYD- (Carbon Capture and
Storage - CCS) olmaksızın, kömüre dayalı enerjiye bağımlılık, felakete
giden bir yoldur. Dünya Bankası, Amerikan Exim Bank, Avrupa Kalkınma
Bankası ve Avrupa Yatırım Bankası'nın, yeni kömür santrali projelerini
finanse etmekte kendilerini ciddi şekilde sırınlamış olduklarını
görüyorum. Bu, her hükümetin, kendi ülkelerindeki gelişme açısından
kendileri için, ve kalkınma yardımları bağlamında (yardım veren ülkeler
açısından) benzer şekilde düsünmeleri gereken bir husustur.
Bazı ülkelerde, bugün, piyasa güçlerinin basıt sonucu olarak kömür,
gerilemektedir. Açıkçası, aklıma, kaya gazı bulunmasının oyunu
değiştirdiği ABD gelmektedir. üzerinde durmakta olduğum uzun dönemli
amaç açısından kaya gazının gelişmesini nasıl görmeliyiz? Ağır biçimde
kömüre bağımlı ülkeler için kaya gazına dönüş, (ABD'de olduğu gibi)
enerji üretiminde karbon yoğunluğunu azaltabilir. Bu, (kazançların,
havalandırmalı ve kaçak emisyonlarla telafi edilmemesi şartıyla) iklim
sorunu açısından bir iyileşmedir. Bu, daha az emisyon anlamına
gelecektir, fakat ‘'sıfır emisyon'' değil. O zaman soru şu hale geliyor:
gazın muhtemel ‘'sıfır emisyon'' amacına doğru bir geçiş adımı
olduğundan nasıl emin olabilirsiniz? Eğer özel boru hatlarına ve diğer
altyapıya çok fazla yatırım yaparsak, geçiş, yeni ve devamlı bir
bağımlılık olma riskine yol açmaktadır. Sağlam bir Karbon Yakalama ve
Depolama (KYD) şartları olmadıkça veya hükümetler yatırılmış muazzam
sermayeleri hurdaya çıkarma riskine hazır olmadıkça, - geleneksel olsun
veya olmasın - pazara sunulan herhangi yeni fosil kaynakları, üzerinde
olmamız gereken yörüngeden bizi uzaklaştırma tehlikesi yaratmaktadır.
Bir diğer zor soru: Hükümetler, yeni enerji santrallerinin, (KYD) Karbon Yakalama ve Depolama'ya uyumlu hale getirilmelerini sağlamak için düzenleme yapmalı mıdır?
Fosil yakıtlara mevcut bağımlılığımızın boyutu ve iyice kullanılıp
yararlandıktan sonra yatırımların hurda ya çıkarılması ölçüsü dikkate
alındığı zaman, KYD, hayati bir rol oynayacaktır. Bununla beraber,
gelecek on-yıllarda bunun potansiyelini ne fazla abartmalı, ne de
‘'hapisten kaçma'' kartı olarak görmeliyiz. Uluslararası Enerji Ajansı,
eğer şimdiki tüm planlanmış KYD kapasitesi inşa edilmiş olsa bile, yılda
sadece 90.metrik ton karbon yakalanabileceğini not etmektedir. Bu ise,
sadece, enerji sektörünün 2012 yılındaki CO2 emisyonunun %1'inden daha
az bir miktara denk gelmektedir. Nerede olduğumuz ile nerede olmamız
gerektiği arasındaki fark muazzam, fakat belki de sürpriz değildir.
Mevcut karbon fiyatlamasına göre, KYD, genişlemiş olan petrol
kazanımlarına karşılık sadece ticari olarak ilgi çekicidir!
Makul bir şekilde, statüko'dan kopma maliyeti, ürkütücüdür. Sıfır emisyon ekonomisine geçiş maliyetsiz bir geçiş olmayacaktır. Hükümetler, bu geçişin maliyeti konusunda samimi olmalıdırlar. Fakat eğer, iklim değişikliğinin zorlayacağı maliyetler hakkında aynı şekilde realistik olursak, dönüştürücü sıfır-emisyon teknolojilerini fırsatlar olarak görmeliyiz. Bunların her biri, yeni büyüme dinamiğinin birer parçası olacaktır.
Sonuç:
‘'Tarih, eğitim ve felaketler arasında bir yarıştır''. H.G.Wells'in bu sözleri, kapımızı çalmakta olan zor tercihlere işaret eden bir deniz feneri gibidir. Şu anda, doğa ile çatışma halindeyiz, ve bu gidişatı değiştirmek için cesur kararlar almak zorundayız. Tutkulu fakat başarılabilir amaçların tanımlanmasında ve sonra da bunların en maliyet-etkin biçimde gerçekleştirilmesinde hükümetlere yardımcı olmalıyız. Bu ana kadarki çabalarımız, yapılması gerekenin sadece bir parçasını oluşturmaktdır. Halen, uluslar arası kabul görmüş amaçların başarılması yoluna koyulmuş olmadığımız gibi, mevcut politikaların maliyet etkin bir biçimde uygulanmasını yönetme durumunda bile değiliz. Bu durum, insanlığın refahını risk altına sokmaktadır.
İlerleme için bir tek yol vardır: Hükümetler, yüzyılımızın ikinci yarısında fosil yakıtların neden olduğu karbon emisyonunu yok etmek için optimal politika karışımını ortaya koymak zorundadır. Bazı basit ‘'toplama'' önlemler meseleyi halletmeyecektir. Her cephede, özellikle karbon fiyatlaması açısından, gelişmeler sağlanmalıdır, yani, benzer yorumlar ve en iyi uygulamalardan öğrenimler başarının gerçekleşmesine yardımcı olacaktır. OECD, daha iyi yaşamlar için daha iyi politikalar tasarlanması, desteklenmesi ve uygulanması için bu süreçte ülkelere yardımcı olmak için kendisini adamıştır.
İngilizce metin için : http://www.oecd.org/env/the-climate-challenge-achieving-zero-emissions.htm